RIDVAN AYDIN

Tarih: 09.10.2025 09:00

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (56)

Facebook Twitter Linked-in

… 8’inci Ana Jet Üssü’nün “Test Uçuş Sahası”; Harran ovasının kuzey doğu sınırlarını çizen, Karacadağ civarlarıydı... Başladığı yer, günümüz bilimiyle henüz belirlenememiş olsa da zaman, sanki ilk kez oralara inmişti. Her değdiğini eskiterek eksiltmeye, hırpalayıp devirmeye, salasını okuyup çürütmeye tutkulu yolculuğunda, zamanın kendisi de sanki oraların, harabat eskisiydi. Bağrından gelip geçmiş nice nice uygarlıkların kadim kokuları, sanki ilk kez oralara sinmişti.

 

Yazgısal kimsesizlik soluyan arkaik kültürler yatağı bu yöreler; 13.yy Moğol Ordularıyla yakılıp yıkılmış ünlü Harran Medeniyetinin, artık boynu bükük bakiyesiydi. Turizme açılmasını sağlayacak bir yurtsever girişimcinin o güne dek tarih sahnesine çıkmamış veya çıkamamış olması, kaderine terk edilmiş gerçek yaşamın ağıtsal bestesiydi.

 

Bir vakitler; kavak, çınar, badem ve fıstık ağaçlarının serin gölgelerinde dinlenmiş, Roma gezginlerinin seyahatnamelerinde kalmıştı artık, günümüzün antik ilçesi Harran. Küresel ağaların yerli taşeronlarıyla ihmal yemiş Anadolu’nun birçok yöresi gibi buraların da yaşadığı çoraklaştırılma operasyonları; katlandığı ağır fukaralığın, bitmez tükenmez yoklukları; peygamberler diyarı buralara da kader diye ezberletilmişti.

 

Metafizik1 hakikatin gönül yolcuları, asli yurduna yol alırken son istasyona vardığında, sinesini dost bildiği zaman çöker, mekân göçerdi… Akıl almaz evrenin, sizle diyaloga girebilen her sessizliği; İlahiyat âleminin yaratılış serüveninde, cennetin de cehennemin de bir mekân değil, sanki bir ruh hali olduğunu dillendirirdi.  

 

Yzb. Serhan, belleğini allak bullak eden evrenle ilgili düşünceler antolojisinden, bir an önce kurtulması gerektiğine niyetlendi… Ellerindeki zaman hayli akışkandı. Testine kalktıkları bu kocamış azmana, uygulayacakları hayli şok, oldukça çok, zorlu işkenceler vardı. Yapısal sınırlarını zorlamak, arızadan yana her ne yapacaksa, varsın bu gün burada yapsın da görelim felsefesiyle hoyratça üstüne üstüne gidilecekti. 

 

Gövdesinin yirmi ikili yaşını, nefti bedeninde taşıyan metal yaratığa, ta buralarda bu denli yüklenmenin; hoş olmayacak öykülere sebep olasılığı var olsa da gelecek günlerin, harp sanatına yönelik zorlu görevlerini, emniyetle icra için; tüm testlerden sorunsuz geçmişliğini tescillemek zorundaydı. 

 

Üstelik test pilot adayı Üsteğmen Göktuğ’un; havacılık yönergeleri gereği, bu zorlu performans ve profilleri görmesi, bizzat yaşaması gerekiyordu... Dahası, bundan sonraki test uçuşlarını, çoğunlukla tek kişilik uçaklarda, göğün ta buralarında bir başına yapacaktı...

 

On dakika önce ulaştıkları Urfa-Harran semaları, derin bir sessizliğin süregiden senfonisine durmuştu. O günün, o yükseklikteki hava yoğunluk ve sıcaklığına göre, brifing odasının ilgili grafiklerinden hesapladıkları, kronometrik bir süre içinde koca azman; motor gücünü alnının teriyle helâlinden ispatlamıştı... Sıra; yaşlı sayılır gövdesinin, kendisini hâlâ taşıyıp taşımayacağının, oralarda bir hassasça yapılacak omurga testindeydi... 

 

Göz kontrolüne aldıkları göstergeler, normal verilerini sunsalar da telaşlanmış halleriyle şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Serhan-Göktuğ ve savaşçı nefti kartal üçlüsü; sürat olarak yapabilecekleri azamiliğe doğru azimle yol alıyorlardı… O bilim kurgulardaki ışınlanmanın boyut eşiğine; sanki içinde bulundukları yirminci yüzyıldan varacaklardı… 

 

Işınlama keşfinin zorunlu bir egzersiziymiş gibi 1,4 Mak’a ulaştıklarında; saniyede yaklaşık 413 metre; dakikada 24,8; saatte ise 1487 kilometreyle uçuyor olacaklardı. Oysaki gök diyarların, Rahmani konuşan sessizliğinde, bir Işık saniyesi bile 3 yüz bin kilometreydi. Dakikasının 18 milyon; saatinin ise 1,1 milyar km kat ettiği düşünülünce; 20.yy. Teknolojisinin, ilahi yaratılış mimarisi karşısındaki evrensel acizliği, metafiziksel çığlıklar görüngesiydi2

 

Pito ya da pitot tüpü: Hava araçlarının sürat saatlerine veri sağlayan, dinamik bir sistemdi. Basınç farkı esasına göre çalışan tüp şeklindeki bu ölçüm aygıtı, 1732 yılında Fransız mühendis, Henri Pitot tarafından icat edilmişti. Pito buzlanmalarını önlemek için gerek elektriki gerekse motor sıcak hava ısıtma sistemleriyle korunmaya alınmışlardı. F-100 uçaklarının elipsoit hava alığı altında, yaklaşık “1” metre ileri doğru uzayan, kılıç benzeri aksam Pito Tüpüydü. O yüzden de İngilizcede adı “Super Sabre” yani süper kılıçtı. 

 

Zamanın akışkan baskısı altında ezilen bilim insanları, göklere saldıkları Concorde adlı bir ticari havacılık uçağının, ses üstü transatlantik uçuşlarıyla yerküredeki mesafeleri bir hayli kısalttıklarında, dünya yılı 1976’ydı. Ses üstü uçuşlarından dolayı oluşacak bir yorulma ya da deformasyonu, erken anlamak amacıyla gövde, renk değiştiren beyaz alüminyumdan yapılmıştı. 20.yy’ın bu mühendislik harikası; İngiltere-Newyork arasını, üç buçuk saat gibi, uçuk bir zamanda alabiliyordu.

 

İniş, kalkış ve tırmanışlarda, pilotlarına azami görüş sağlasın diye, meşhur Concorde (Konkord)’un burun kısmı, öne doğru katlanarak bir kartal gagası şeklini alırdı. Okyanus ötesi uçuşlarda, okyanus üzerinde düz uçuşa geçilip de hızlanma başlayınca, burun geometrisi düzelerek uçağın gövdesiyle yekpareleşip, ses üstü hıza hazır hale gelirdi. Concord’lar Ses Hızını ancak, Okyanus göklerinin yüksek seviyelerinde ve sadece seyir halindeyken geçmeye müsaadeliydi.

 

Reklam maksatlı kısa süreli uçuşlar dışında, ana gövdelerinde beyaz renkten farklı renkler kullanılmasına, asla müsaade edilmezdi. Aerodinamik mühendislerle fizikçilerin kafa kafaya vermeleri neticesinde, ses üstü süratlerin metal kahramanları; ya bizzat kendilerinin ya da taşıdıkları motor hava alıkları veya egzoz konilerinin, değişebilen bir geometriye sahip olmalarını gerektiriyordu. 

 

Savaş şeytanlarından F-15 in hava alıkları; “Harrier V/STOL3” ların kanat ve egzoz aksamları; F-111 in ise süratlendikçe değişebilen kanatları vardı. Operasyonel savaş gökleriyle ticari göklerin pilotajları farklı olduğu gibi, aerodinamik mühendislerinin de uçak tasarım bulguları farklı farklıydı. Bu nedenle kurallar ve standartlar, hayli değişiklikler içerirdi. 

 

Çağlarının insanlık için ömür tüketmiş ve tüketen bilginleri ve filozofları, disiplinler arası bilgi aktarımını, vicdani bir yükle taşısalar da bilimsel aklın teknolojik buluşlarında insan soyu, kesintisiz bir ihtirasın, para ve güç arzusuyla yanıp tutuşuyordu... 

 

İnsanlığın çağdaşlaşım akışını iyileştiren zaman yolculuğunda neler neler yoktu ki! Elmasına ansızın ihanet eden bir sapın, dalından ayırdığı meyve, bilimsel buluşa devşirilmiş, İngiliz matematikçi Isaac Newton; evrensel çekim yasalarının varlığını, 1687 yılında formüle ederek devrana ispatlamıştı.

 

Telefon, Alexander Graham Bell tarafından icat edildiğinde; dünya yılı 1876’ydı… Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisiyle beraber bir gönderici ve bir alıcıdan oluşan düzeneği yapıp, tarihin ilk telefon görüşmesini yaptığında; takvimler 10 Mart 1876’ları gösteriyordu. 

 

Alexandre Graham Bell ilk telefon hattını, genç sevgilisinin evine çekmişti. İnsanlık hizmetine ömür adayanların, mesleki yoğunlukları sebebiyle yakalandıkları derbederliğin kalender bohemliği, ona da yapacağını yapmış, zaman ayıramadığı sevgilisi, zamanla onu terk etmişti. 

 

Telefon her çaldığında, sevgilisi sanarak kısalttığı ismini, yüklü bir coşkuyla cevaplıyordu… Yaşlı yüreğinin ateşli sevdasına, bir şiir bırakamamıştı ama genç sevgilisinin ismini, tüm dünyalıların dudaklarına, “3” baş harfle kodlamıştı. Alessandra Lolita Oswaldo olan sevgilisinin adı, dünyanın her yerinde ve tüm zamanların neredeyse her salisesinde; “Alo… Alo” koduyla anılıyordu... 

                                                         

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…

 

Dipnot;

 

Tanrı, evren, varlık, varoluş, sebep-sonuç, uzay, zaman, olay gibi kavramlar üzerine inceleme yapan bir felsefe dalıdır.

Uzaklık ya da derinlik duygusu veren görünüş

Dikey kalkış iniş (Vertical Take-off and Landing)


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —