İnsan, dünyaya gözlerini ilk açtığında kendini bir ailenin içinde bulur. Konuşmadan önce duymayı, yürümekten önce güvenmeyi öğrenir. İlk duygular, ilk kelimeler, ilk değerler… Hepsi bu küçük ama etkisi büyük sosyal yapı olan ailede şekillenir. Aile, bireyin hayata hazırlandığı ilk ve en önemli okuldur. Ancak bu okulun dersleri kitaplardan değil, davranışlardan, duygulardan ve ilişkilerden oluşur. Çocuk, karakterinin temel taşlarını burada öğrenir.
Ailede kurulan iletişim, çocuğun yalnızca kişilik gelişimini değil; insanlarla kurduğu ilişkileri, hayata karşı duruşunu ve hatta kendi iç sesini de belirler. Sevgi, saygı, güven, sorumluluk gibi temel değerler çocuğun zihninde ilk kez burada ete kemiğe bürünür. Bu nedenle aile, insanı inşa eden ilk ve en güçlü yerdir.
Ancak bu inşa süreci tek yönlü değildir. İnsan da ailesini inşa eder. Sözleriyle, davranışlarıyla, tutumlarıyla… Aile ortamını daha huzurlu, daha güvenli bir yer hâline getirebildiği gibi; farkında olmadan kırılgan ve çatışmalı bir yapıya da dönüştürebilir. Bu karşılıklı inşa sürecinin merkezinde ise çok önemli bir kavram yer alır: iletişim.
İletişimin kuvvetli olduğu ailelerde duygusal bağlar sağlamlaşır, sorunlar daha sağlıklı biçimde çözülür ve çocukların psikolojik ve sosyal gelişimleri desteklenir. Bu olumlu gelişim yalnızca ev ortamıyla sınırlı kalmaz; çocuğun okul başarısına, arkadaşlık ilişkilerine ve genel olarak dış dünyayla kurduğu ilişkilere de yansır.
Bu noktada, gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan “Yetenekli Eller” (Gifted Hands) filmi bizlere çok anlamlı bir örnek sunar. Filmde, yoksulluk ve zorluklarla çevrili bir ortamda büyüyen Ben Carson’ın hayatı anlatılır. Hayat onu birçok risk faktörüyle karşı karşıya bırakır: başarısızlık, öfke, umutsuzluk… Ancak bu karanlık tabloyu değiştiren bir kişi vardır: annesi Sonya Carson.
Sonya Carson, eğitimli biri değildir ama hayata dair güçlü sezgileri olan bilinçli bir annedir. Oğlunun potansiyeline yürekten inanır. Ona kitaplar okutur, televizyon izleme süresini sınırlar, zamanı verimli kullanmayı öğretir. En önemlisi ise her gün şu mesajı verir: “Sen zekisin. Yapabilirsin.” Oğluna duyduğu güveni, sözleriyle ve tutumuyla hissettirir. Bu iletişim sayesinde Ben Carson, zorlu şartların içinden sıyrılarak dünya çapında bir beyin cerrahı olur.
Bu hikâye bize çok açık bir gerçeği gösteriyor: Tek bir kişinin olumlu iletişimi, bir hayatın tüm yönünü değiştirebilir. Bugün birçok aile, çözümün dışarıda olduğunu sanıyor. Oysa çoğu zaman çözüm; bir bakışta, bir sözde, bir dinleyişte gizli. Çünkü iletişim yalnızca sorunları çözmez, aynı zamanda potansiyeli de ortaya çıkarır. Ve bu potansiyel, bir çocuğun kaderini belirleyebilir.
Ailede başlayan hikâyeler, dünyayı değiştirebilir. Yeter ki o hikâyeye iyi bir iletişimle yön verilsin.