RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (47)


… Ramazan, Türkiye Cumhuriyeti topraklarının her yöresinden, Hava Kuvvetlerine gönüllenmiş her babayiğidi gibi, o da Adıyaman’ın Kâhta kasabasından gelmiş bir Başçavuştu. Ustası Baba Tahir kadar çalışkan; bir o kadar efendi, bir o kadar da Anadolu kültürlüydü. Uçak başı yapmış Serhan’la Göktuğ’a; ikisinin yan yana selâma duruşları, sevgi ve saygıyla harmanlanmış bir üst disiplinin yıkımsız askerliğiydi. Yüreklerinin babayiğit mertliği; gözlerinden çevreye pozitif bir enerjiyi, ışın ışın ağıyordu.

 

“Selâm dostlar!”       

             

“Selâm Yüzbaşım!..”     

 

“Canavarın durumu ne âlemde?..”       

       

“Bir yılı aşkın bakım hangarlarının zorlu operasyonlarından geçtikten sonra, günlerdir yeryüzünde hoyratça itip kakıyoruz. En ufak bir itaatsizliğini görmedik. Gökyüzüne götürüp, itip kakma sırası bu kez sizde Yüzbaşım! Her yönüyle hırpalanarak, baştan tırnağa test edilmesi gerektiği malumunuz!” dedi Tahir Başçavuş.

 

“Şu havacılık teknolojisinin harikası dedikleri, barbar yaratığın dosyasını verir misiniz?”

 

“Buyurun burada.”         

 

Metal yaratığın sicil dosyasını alır almaz, Serhan’ın aklından geçenler şaşırtıcıydı… Toplumsal gerçekçi bir yönetmenin, olanı olduğu gibi anlatan 1storibord’una sanki konum atıyordu…

 

Teknik atölyelerde geçirdiği her operasyon sonrası notlar düşülmüş 2Epikrizinde, neredeyse yok yoktu. 

 

“En son 17 Ocak 1980 de uçmuş öyle mi?”

 

“Evet yüzbaşım. Bir yıl önce… Mümtaz Yüzbaşı’yla birlikte, yine siz uçmuşsunuz en son”

 

“Başkentin, O insan yürek 3Seğmeni ile mi uçmuşuz?” 

 

Mümtaz Yüzbaşı, yaşından olgun yürek, ismi gibi seçkin insan, Ankara’nın Yeni Mahallesinden hayata katılmıştı. Serhan Yüzbaşıyla dönem arkadaşıydılar. Üç yıl Hava Harp Okulunun, altı kişilik aynı koğuşunda kalmış, yemekhanenin altı kişilik aynı masasında yemek yemiş, aynı Bölük, aynı Takım, aynı 4’üncü Kısım’ında öğrencilik yapmışlardı. 

 

Eskilerin Tophane kabadayılarını andıran hafif düşük sağ omuzu, varacağı yere kendinden önce giderdi. Dürüst ve çıkarsız, onurlu ve cana yakındı. Miquel de Cervantes tarafından 17’inci yüzyılda yazılmış, dünya edebiyatının ilk modern romanı Don Kişot’taki, Sancho Panza karakterinin Türkçe sürümü, “Şanzo” takma adıyla çağırılırdı... 

 

Dünyanın ilk klasik romanı ise 9’uncu yüzyıl Japonya’sında, imparatorluk sarayının bir nedimesi olan, kadın şair ve romancı Murasaki Shikibu tarafından yazılmış, “Genji’nin Hikâyesi” idi. Araştırmanlarca yapılan, geçmişe derinleşmeler neticesi, Kültür Bakanlığına bağlı Vakıflar Arşivi’nde yazılı defterler bulunmuştu. Edebiyat coğrafyasının dolaşımda bulunan söylencelerine göre, tarihe öykülerini bırakan o tutanaklarda; 1575 yılındaki Haçlı donanmasının askerlerinden Cervantes’in de ismine rastlanılmıştı. 

 

Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Cami inşaatı için Mimar Sinan’ın çalıştırdığı isimler arasındaydı. 2’nci Selim döneminin, 4Korint 5kıstağındaki İnebahtı deniz muharebesi, Osmanlı donanmasının, ölümcül hasarlar aldığı, bir deniz mağlubiyetiydi. 

 

İddialara göre Cervantes’in İspanya’ya dönerken bindiği 6kadırga, Osmanlı donanması tarafından kuşatılmıştı. Kılıç (Uluç) Ali Paşa’ya yaralı olarak esir düşen Cervantes, birkaç senesini İstanbul’da yaşamak zorunda kalarak, Kılıç Ali Paşanın Mimar Sinan’a yaptırdığı cami inşaatında çalıştığı, tarihi iddialar arasındaydı… 

Hayat sürprizler haritası olduğu kadar, gizemli ilginçliklerin de imalathanesiydi. Hatta ne garipti ki gök makinelerin yazgısı da yeryüzü yazgıları gibiydi… Göklerin de teknolojik sanıkları, teknik sabıkalı olanları, sayıca az da olsa yok değillerdi! Zamanın bir yerinde ya efendilerinin başlarını belalara salar, ya da er geç kendi başlarını yerlerdi.

 

Eğer bazı şeyler pamuk ipliğine bağlıydıysa, aldığımız kararların yaşamsal dünyamıza verdiği zararlar, kendi yanlışımız olsalar da bu; geçici bir talih felciydi. Ya da hayatın, içinden geçtiğiniz bir kriz dönemi!.. Bazı bazı kör yumağını ellerimize tutuşturan hayat, illaki çözümünü de verirdi.

 

Uzmanlarına göre, insanın farkında olmadan, orta ve işaret parmağıyla saçlarını karıştırması, o an hayata ilişkin beyin fırtınaları içinde olduğunun belirtisiydi. O anlarda öylesi bir davranış içindeyken Serhan, az evvel bıraktığı yerinden söze yeniden döndü.

 

“Bu uçuk, o uçak mı Tahir Gardaş?”

 

“Ta kendisi Yüzbaşım!”

 

“Hafıza-i beşer nisyan (unutma) ile maluldür (sakat)!” diyen halk deyimi, nasıl da taşı gediğine koyuyordu değil mi? Yahu bu garip, artık uçmayı da unutmuştur Tahir Gardaş! Zavallının, hoyrat ellerinizde bir yıldır çektiği azaplar da cabası!..”

 

Hep birlikte gülmüşlerdi. Göktuğ Üsteğmen en çoğul gülenlerdendi. Mutluydu… En azından yaşamın bazı karelerinde, hayatla problemi olmayan insanların, o ta dipten dolu-dolu, katmanlı gülmeleriydi… Tahir Baba, besbelli ki bir şeyler söylemek istiyor, ama diyeceğini bir türlü diyemiyordu. Yzb. Serhan, yıllardır tanıyordu ahbabının, o öylesine ışıldayan hallerini... 

 

Eğer burnunun üst yarısı hatta saçlarını hayata erken dökmüş başı terliyorduysa, mutlaka karşısındakine diyecekleri vardı. Burnunu görüyordu. Yanına yaklaşarak kafasındaki askeri kepi kaldırdı… Evet-evet söylemek istediklerinin, neredeyse diline kadar ulaşmış oldukları bariz belliydi. 

 

“Hayrola Tahir baba? Şu başın, o burun kanatlarının üstü, gene vıdı vıdı konuşuyor da dilin henüz iki laf etmiyor, ne iş?..”       

 

“Bi şeyyy!... Bi şey duydum!.. Ama soramıyorum!”

 

 “Eğer doğru adresiyse duyduklarının, aha buradayım hadi sor!..”

 

“Yav Yüzbaşım!.. Şey diyecem… Dün gece bir oğlunuz olduğunu söylediler. Bütün gece hastanedeymişsiniz!         

       

“Duyduğun doğru usta!”

 

“Allah, Analı babalı büyütsün! Cafer Başçavuşla sabah mesaiye gelirken, servis aracında yan yanaydık. O söyledi...”         

 

Yzb. Serhan geçirdiği geceyi anımsadı… Baba Tahir’in haber kaynağı Cafer Astsubay, çevresinde beyefendiliğiyle tanınırdı. Her haliyle saygın bir hanımefendi olan Münevver hemşirenin beyiydi… Trakya’nın, canlara dost kültürüyle donanmışlardı. Serhanlar ailecek görüşürlerdi. Askeri hemşire Münevver Hanım, dün gece hastanenin nöbetçi hemşiresiydi. 

 

Çanakkale Savaşında gönüllü hemşirelik yapmış: Modern Hemşireliğin öncüsü, İlahi sürprizlerin şifalı elleri Safiye Hüseyin Elbi ve tüm hemşireler benzeri, Yzb. Serhan’ın eşinin doğumuna şefkatli yüreğiyle koşuşturmuş, hayli emeği geçmişti.

 

“Adını ne koydunuz Yüzbaşım?” 

 

Bu kez soruyu Ramazan Astsubay sormuştu. Kâhta’nın tarımla geçinilen tarlalarında büyürken, yöresinin olanca gelenek-göreneğini, dürüstlüğünü-mertliğini karakterine yüklenerek Hava Kuvvetlerine gelmişti.

 

“Adını henüz koyamadık Ramazan! Kısmetse uçuş dönüşüne kaldı...”

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…

Dipnot;

[1] Storyboard; doğrusal bir şekilde verilecek bir anlatı veya hikâye için oluşturulan görsel bir ön taslaktır.

Hastalığın seyri, tedavisi ve yapılan tetkiklerle ilgili bilgiler içeren tedavi öyküsü

Eski Türk boylarında göçebe kervanlarını koruyan silahlı kolcu.

Mora yarımadasını, Yunanistan’dan ayıran coğrafi bölgedir.

Denizde iki yanı kara parçası dar geçit

Hem yelkenle hem kürekle yol alan, özellikle Akdeniz savaşlarında kullanılmış, bir savaş gemisi türü.

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593