Bu öykü Çanakkale Zaferinden başlayıp günümüze uzanan Anadolu’mun öyküsüdür. Başkahramanların, “Ruhları şad olsun!” Kınalı Mehmetler ve Şanlı Süleymanların olduğu, Şanlı Anadolu’mun her karış toprağına atfettiğim bir öyküdür.
Benim Anadolu’mun, her karış toprağında emeğin, alın terinin, kardeşliğin, dayanışmanın, mücadelenin kokusunu duyarsınız. Anadolu’m baştan başa işlenmiş bir kilimdir, Hereke ‘de, bir halıdır Isparta’da, bir çinidir Kütahya’da, bir mozaiktir Harran’da, bir heykel’dir Adıyaman’da, bir kümbettir Çorum’da, Nevşehir’de ise Peri bacaları doğaya meydan okumakta…
Anadolu’mun rüzgarı bir başka eser, burçak tarlalarımda. Yalçın dağlarım heybetiyle kucaklar Ağrı’yı, Erciyes’iyle Kayseri’yi, Palandöken’iyle Erzurum’u, kaynağında kana kana su içmek bir başkadır Munzur ‘da. Ilgaz ise, sen yüce bir dağsın şarkılarda, türkülerde. Hele hamsisiyle, horonu bir başka, geçit vermez Kaçkar’ıyla.
Anadolu’mun her karış toprağı, her an konuşur. Türkü olur dile gelir. Ağıttır anaların dilinde. Bazen ninni olur körpe kuzuların kulağına fısıldanan. Anadolu’mun denizleri, her karış toprağı, havası, tarihime en iyi tanıktır. Denizlerim bazen bir çocuk gibi durgun, bazen ise, Anadolu’ma göz dikenlerin başına geleceklerini anlatır, hoyrat dalgalarıyla. İzmir’den Sarıkamış’ına, Samsun’dan Maraş’ına, Antep’ine, Urfa’sına kahramandır, gazidir, şanlıdır benim Anadolu’m.
Anadolu’mun her yerinde sakit yığınlar görürsünüz. Üfür püfür esen rüzgar, okşarken toprağımı, her sessiz tümsek, vatanı için dile gelir, kahramanlık, özgürlük türküleri söylerler yanık yanık. Kuşlarımın sesleri karışır, eşlik eder sakit yığınların özgürlük türkülerine.
Ege’mde bir bağ bozumu bayram havasında kutlanır. Emek karşılığını almıştır. Paylaşmanın ve dayanışmanın gücünü siz Efeler’in türkülerinde, oyunlarında görürsünüz. Nice kahramanlıklar anlatır bize.
Efeler’in dilinde bir türküdür şu sözler:
“-Soyumda yok namerdim.
Anadolu’m benim her şeyim.
Gece gündüz dağlarda,
Anadolu’mu, namusumu beklerim…”
İç Anadolu’da hasat zamanı geldiğinde, umudun sevinci, emeğin alın teriyle birleşmiştir. Anadolu’mun bağrında yetişen Aşık Veysel’imin dediği gibi: “Sadık yar “olan toprak ona yarenlik edince, yine koyun vermiştir, kuzu vermiştir, süt vermiştir, ekmek vermiştir, katık vermiştir. Bir somun ekmek koparılmayı beklemek üzere Anadolu’m sofrasında yerini almıştır. Yine köylüm, Anadolu’m insanı “milletimin efendisi” olmuştur.
Bir Akdeniz, bir Çukurova bereketin timsali olmuştur. Akın akın gelen Anadolu’m insanı ile hayat vermiştir pamuğa Orhan Kemal’in dediği gibi Toroslar’da. Yine emek ve alın teri Anadolu’mun toprağında berekete dönüşmüştür. Bu topraklarda Seyhan ve Ceyhan Anadolu’m topraklarına can olmuştur, kan olmuştur.
Karadeniz’de fındık dalları yeşillenmiş, yine tatlı bir telaş başlamıştır. Fındık bahçeleri misafir gelecekmişçesine temizlenir, bakımı yapılır. Anadolu kültüründe komşu çok değerlidir. Ev almadan komşu alınmalıdır. Komşu on bereketle gelir, birini alır kalan dokuzunu bırakır. Anadolu’mda mahsul de bir misafir gibi beklenir. Hürmet edilir, bereketine kapılar sonuna kadar açılır. Artık Eylül ayı horon tepme zamanıdır, hamsi Vira Bismillah’la bereketlenir takalarda.
Doğu Anadolu’mda Fırat’la, Dicle’m ayrı bir hikayedir yüzyıllar boyunca akıp giden. Palandökenler’de Fırat bir Dadaş’tır, Erzincan’da, Tunceli de Munzur ona yoldaş. Elâzığ’da bir mola verir Keban’ıyla, tüm topraklara haber gönderir, tüm hışmıyla.
Anadolu’mun her yeri türkülere, ağıtlara, destanlara, şiirlere konudur. Anadolu’m bir öyküdür, hikayedir. Anadolu’mda her tepenin bir hikayesi, her dağın anlatılacak bir kahramanlığı, her ırmağın tarihe tanıklığı vardır.
İşte böyle bir Anadolu’mun eşsiz bir köşesinde, küçük bir kınalı Mehmet vardı. Kınalı Mehmet, on yaşına henüz basmıştı. Anadolu’nun uzak bir köşesinde, İki tarafında küçük tepeler uzanan, ortasında şırıl şırıl akan deresiyle ki o derede kazlar hiç eksik olmazdı, böyle bir köyde dedesi Süleyman Çavuş ile kalıyordu. Kurtuluş Savaşı bitmiş, Cumhuriyet henüz ilan edilmişti. Kınalı Mehmet’in dedesi Çanakkale gazilerindendi. Savaşta bir şarapnel parçası kalçasına yakın bir omura saplanmış ve sakat kalma riski olur diye alınamıyordu. Çolaklığı da bundan geliyordu.
Kınalı Mehmet:
“-Dedeciğim niçin böyle yürüyorsun?” dediğinde ,
“-O bana vatanım tarafından bana verilen bir madalyadır.” diyordu.
Kınalı Mehmet doğduğunda babası Çanakkale şehitlerinden adını yazdırmıştı Peygamber ocağına. Oda Kınalı Mehmet idi.
Birinci Dünya savaşının üzerinden 1 yıl geçmişti. Her yerde tedirginlik hakimdi. Anadolu’m insanı vatanı için bir cepheden bir diğerine koşuyordu. O yıl yurdun dört bir yanından Çanakkale için asker alınacağı duyurulmuş, Anadolu’mun her yerinden 7’den 70’e herkes akın akın cepheye gitmek için başvuru yapmıştı. Öyle ya söz konusu vatansa her şey teferruattı. Durum böyle iken Ordu’lu Süleyman ve oğlu Kınalı Mehmet duracak değildi. Peygamber Ocağına asker alınıyordu ve bu bir bayramdı. Yurdumun her yerinde cenk havası vardı. Ordu’mun Ünye’sinde de aynı şey oluyordu. Düğüne gidercesine eli silah tutanlar sıraya girmişlerdi, vatanına göz dikenlerin gözünü dağlamak için. Anadolu’m insanına dayanışma olsun. Neyi var neyi yok koyar ortaya bir de vatan içinse. Seferberlik zamanıdır. Kimi koyunlarından kırptığı yünü o eğirerek ip yapmıştır. Ondan da Anadolu’m motifleri bezenmiş içlik, çorap, hırka örmüştür, heybeler yapmıştır, o maharetli elleriyle, kışın soğukta sıcak tutsun diye Kınalı Mehmetleri. Yol ve savaş şartları çetindir, acıkırlar diye ekşili ekmek yapmışlardır. Uzun süre gitsin, bayatlamasın diye. Vatanı için yollara düşecek kınalı kuzulara milletim kına yakmıştır, vatanıma kurban olsun diye. Hani Kurban bayramında koyunlara yakılır ya onun gibi. Bayram erken başlamıştır. İşte Kınalı Mehmet ve babası Süleyman, büyük bir onurla ve şerefle yol edilir diğer Mehmetler gibi davulla zurnayla, bir bayram, bir düğün gibi, düğüne gider gibi. Kınalar yakılmıştır, vatanıma sunulmak üzere. Anadolu’m insanı yola koyulur. İşin ucunda şehit olmak var. Peygamber Efendimize kavuşmak. Olmazsa gazilik şerefiyle geri dönmek.
Küçük bir Anadolu’m köyünde, Güneş’in kızgınlığı çekilip, çıngıraklarının sesleriyle tekrar evlerine dönen nahırın Güneş’ten uzayan gölgelerinin sülietiyle, yavaş yavaş akşam olmaktadır. Bir süre sonra Güneş dağların arkasında kaybolmuş, karanlık her yeri kaplamış, yorgunluğun üzerini örtmüştür. Her yeri cırcır böceklerinin insanı dinlendiren, ahenkli sesleri kaplamıştır. Evlere sessizlik çökmüş ve idare lambaları birer, ikişer yanmaya başlamış ve kendi halinde tek tük evler belirivermiştir.
Süleyman Çavuş akşama kadar tarlasıyla uğraşır ve torununa da işin inceliklerini gösterirdi. Bu el toprağa değecekti, nasırlaşırsa toprakta ona verecekti. Onun elleri oldukça nasırlı ve yer yer çatlamıştı. Biraz kendini zorlasa belindeki şarapnel parçası hemen kendini hatırlatıyordu şarapnel onun için bir madalyondu ve yaşadığı olayların mutluluğundan haber getiriyordu. Yalnız o madalyonuna baktığında önce yüzünü bir mutluluk kaplasa da bir süre sonra oğlu kınalı Mehmet gözlerinin önünde beliriyor, gözlerinden bir çift damla elinde olmadan akıp gidiyordu, yorgun avurtlarından. Birden tahta oyuncaklarıyla oynayan torununa gözleri ilişiyor ve yanına zor bir hamleyle gidip sarılıyor ve küçük Kınalı Mehmet’im diyordu.
Süleyman Çavuş, nam-ı diğer Çolak Süleyman anlatırdı torunu Kınalı’ya, Anadolu’m hikâyelerini. Kınalı hayretle dinler, bazen kahraman olur bazen de hayallerinin peşinden gider ve küçük bedeni uykusuzluğa hep yenik düşerdi.
Anadolu’mda yurdum insanı, nasır tutmuş elleri, güneşten kavrulmuş bakır renkli teni, urbasının her yerine tevessül etmiş teri ile hala efendisidir yurdumun her yerinde. Yayılmıştır Anadolu’m insanı; kimi buğday tarlalarında, kimi de pamuk tarlalarında, kimi patates, soğan toplar, güne bakanla, güne başlar kimi Anadolu insanım. Kimi pancarla uğraşır, kimi fındıkla, zeytin bahçeleri ve diğerleri apayrı.
Ertesi gün kınalı başka bir heyecanla uyanır. Dedesi erkenden kalkmış, sarı kızı ve inatçıları iyice doyurduktan sonra, tavukları yemlemiş, bahçeden topladığı domates, biber, salatalığı buz gibi akan sudan geçirmiş, kümeste bu sefer iki yumurta nasipmiş, bir de keçilerinin sütü ise bir başka, halis tereyağı, peyniriyle, Anadolu’m sofrası artık hazırmış…
Öyle böyle derken, akşamda gelmiş erkenden. Farklıdır bu akşam. Kınalı Mehmet tutmuştur Süleyman Çavuş’un elinden, oturtmuştur karşısına:
“-Dedeciğim Çanakkale’yi, babamı anlatır mısın bana?
Süleyman Çavuş, nefesi boğazına düğümlenmiş ve yorgun gözleri, yanan titrek idare lambasına sabitlenmiş şekilde, derin bir iç çeker.
Dudaklarında istemsiz olarak şu sözler dökülür.
Bugün Çanakkale 'de bayram günüdür.
Bugün Mehmet'in, Süleyman'ın, Seyit'in,
Şehit olmak için sıraya girdiği gündür.
Bugün sıra-i şahadetle;
Ecel şerbetinin içildiği gündür.
Çanakkale'de bir dirayetin, bir imanın,
Sonsuza dek silinmeyecek resmi çizilmişti.
Orada bir çiçek, bir postal, bir nefer yemin etmişti.
Değmeyecekti vatanıma, namahrem eli.
Gök kapkara, deniz kıpkırmızı.
Bombalar kurşunlar hayasızca yağmakta.
Orada yok olmak, yok!
Orada vatan toprağıyla haşrolmak var!
Orada yokluğun içinde bir savaş var ki;
Bin çeşit kahra, bir Mehmet'in göğsü siper olmakta.
Orada bir iman, bir şahadet var ki
Gönülleri makber-i gülizar yapmakta.
O mahşer yerinde, vatanım kanla yoğrulmuş.
Orada yok oluş, var olmanın kendisidir.
Durun! Dinleyin.
Anafartalar’ı, Conkbayırı, Kireçtepe'yi.
Her tepede, her sakit yığında,
Vatan kalbinin hala attığını duyarsınız.
Orada her esen rüzgar, Mehmet’imin yanağını okşar.
Orada çıkan her çiçek rengini,
Mehmetçiğin kanından almıştır.
O zaman, milletim! Şimdi dinleyin pür dikkat
57. Alaydan bir ses yankılanır:
“Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.”
Şehitlerim der ki:
“Vatan sağ olsun!”
Milletim der ki:
“Ruhları şad olsun!”
Süleyman Çavuş’un gözlerinden sızan yaşlar, her bir kelimeyi ıslatmış ve Küçük Kınalı Mehmet, babasıyla daha büyük gurur duyarak:
“Keşke bir daha Çanakkale Zaferi olsa, ben de babamın yanına gitsem, ben de babam gibi şehit olsam bu millet için, bu ulus için” der.
Gecenin karanlığı, gururlu ve şanlı bir geçmiş ve aydınlık bir geleceğin ışığıyla, Kınalı Mehmet’in gözleri kapansada geceyi aydınlatıvermişti.
Süleyman Çavuş ve Kınalı Mehmet’in yolculuğu, uzun ve zahmetli olsa da, bir sevgiliye kavuşmanın arzusu gibi, zorluklar düşüncelerde yok olmuştur. Çanakkale’ye varmışlar, onlar vatana, vatan da onlara emanet olmuştur. Anadolu’mun ,milletimin var oluşu için oradaydılar. Bir Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’le birebirdiler, Seyit onbaşı ile gülle salladılar, Nusret Mayın ile Boğaz’ın serin sularına daldılar. Kireçtepe’de, Anafartalar’daydılar,
Kınalı Mehmetler’im Anadolu’m için destan yazdılar, türkü oldular, şiir oldular, ağıt oldular. Kimi döndü, kimi dönemedi. Kiminin bekleyeni geldi, kiminin gelemedi. Ama Anadolu’mun toprakları, tarihimin en büyük şanlı, kahramanlarla dolu şehitliğim oldu. Evet Süleyman Çavuş vücudunda büyük bir madalyayla döndü, Kınalı’sı, o, dönemedi. O, artık vatanımın toprağına emanetti. O artık Çanakkale’de Abidler’dendi.
Yıl 2020, yıllar su gibi akıp geçmişti. Mehmet, uzun yıllar saklanmış, korunmaya çalışılmış ve parçalanmaya yüz tutmuş siyah - beyaz fotoğrafları, kendi döneminde de, büyük bir dikkatle muhafaza etmişti. Arada sırada sandıktan çıkarır, fotoğraflara bakarak, nasıl kahraman bir ecdadın torunu olduğunu düşünerek gurur duyardı. Bu fotoğraflar, dedeleri Süleyman Çavuş ve Kınalı Mehmet ve Kıbrıs barış harekatı şehidi babası Süleyman’a aitti. Babası Süleyman’dan çok dinlerdi dedelerinin her karış Anadolu toprağı için nelerden vazgeçtiklerini. Dedelerinin kahramanlıklarını fotoğraflarla eşleştirerek, o zamanın ruhunu ve yiğitliklerini tüm hücrelerinde hissederdi.
Torun Mehmet’in içini bir coşku kapladı. Sandıktan bütün fotoğrafları çıkardı ve masaya dizdi. Fotoğraflara bakarken, Çanakkale destanı gözlerinin önüne geldi. ve Mehmet Akif’in dediği gibi “Ya Rab! Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor.” Orada olmalıydı. Yıllardır içini kemiren eksiklik buydu. Ama bir türlü kısmet olmamıştı.Evet Çanakkale’de olmalıydı.Her Anadolu’m insanının görmesi anlaması ve anlatması gereken Çanakkale’ydi. Evet Orada olmalıydı. Dedesini ziyaret edecekti. Tüm kahramanları ziyaret edecekti. Dünyanın en büyük doğal şehitliğini ziyaret edecekti. Belki de Kıbrıs şehitliğini ziyaretinden sonraki son görevi olacaktı. Sabahı zor etmişti.
Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyuldu. Her dakika büyümüştü gözünde. Sanki yollar bitmek bilmiyordu. Çanakkale Anadolu’m toprağı onu kendisine çekiyordu. Çanakkale’ye yaklaştıkça sanki her yerde Allah Allah sesleri yükseliyordu her karış toprağımdan. Nihayet “Bir devrin battığı yer”e gelmişti.
“Anadolu’m toprağımdaki binlerce şehidim karşıladı beni, dedem Kınalı Mehmet’le beraber. Anafartalar, Kireçtepe, Conkbayırı, Seddülbahir her yerde karşıladılar beni, Mustafa Kemal’de oradaydı. Bombacı Mehmet Çavuş, Yahya Çavuş, Seyitonbaşı, hepsinden selam getirdim size.”
Dolaşırken Gelibolu’da mısralarım dile geldi:
“Gelibolu bir tarihtir, bütün Anadolu’mun erleri, sinesinde..
Siz kınalı Mehmetler’im rahat uyuyun, emanetiniz emin ellerde”
İki gün boyunca Çanakkale de bir tarihi yeniden yaşamıştı. Şehit olmanın yüksek derecesini tüm hücrelerinde hissetmişti.
Dilinde ise Mehmet Akif’in dizeleri:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Her zaman, milletimin geleceğini, yine milletimin azim, kararı ve demokrasiye tutkusu kurtarmıştır. Gafiller ,hainler kaderin üstündeki bir kaderle mahv-ı perişan olmaya mahkum olmuşlardır..
Anadolu’m için, taşı toprağı için, havası, suyu, kuşu için çok öyküler yazılmıştır. Kınalı Mehmetler’in öyküsü burada bitmez, yüzyıllardır Anadolu’m için yazılmış ve yazılmaya da devam edecektir. Benim Anadolu’m her övgünün üstündedir, Çünkü Anadolu’mun her karış toprağında, bir kahramanlık, bir destan yazılmıştır.
Tüm Anadolu halkım şu şekilde seslenir:
“Anadolum bize bir emanettir ve o hilal uğruna yarab, biz hazırız, her zaman Güneş gibi batmaya.”
Anadolu’mun diline pelesenk olur şu mısralar:
Garbın afakını sarsa da çelik zırh,
Muhtaç olduğun kuvvet, elbette kanındaki asalette gizli.
Bu ise herkese nasip değildi.
Övün milletim! İşte Senin asaletin bu denli.
Anadolu’m bir türküdür, herkesin diline dolanan.
Anadolu’m, bir sevdadır, gönüllere ilmik ilmik işlenen.
Anadolu’m bir destandır, kınalı kuzuların tekrar yazdığı.
Anadolu’m, yedi düvelin battığı yerdir, tarihe ibret olan.
Bu Topraklara, Anadolu’ma nasıl göz dikilir!
Toprağımı vatan yapan ,“Kınalı Mehmetler’im ,
Şanlı Seyitlerim, Ayşeler’im, Süleymanlar’ım” varken.
Anadolu’m demek, şuheda demektir.
Anadolu’m öyküsü burada bitmeyecektir.