… Harran gökleri Şubatıyla avunuyordu. Hayat oralarda kendini askıya almış gibiydi. Kesintisiz suskunluğunu sürdürüyor, ortalıkta görünmüyordu. Ama bu durağanlıkta sanki “işim sizle henüz bitmedi, bana ağlayarak gelip, sürekli benden giden siz dünya göçerileri!” diyordu.
Motoru çalışmamaya inatlaşmış bir savaş uçağıyla felaketin fay hattını, nasıl olsa tetiklemişti! Adata kuytusuna çekilmiş, olanları ve olacakları seyrediyordu… Bağrındaki ömür yolcularının, başlarına neler neler getireceğini kimselerle paylaşmıyor; dünyevi güvenilmezliğini, ilahi güvenirliğin uhrevi kodlarına gizliyordu.
Göklerdeki her türlü açılımlarını bir yana bırakmış yoksa artık kapanışların, vurdumduymaz bir sürecini mi emziriyordu? Özellikle çağ kurağı diyarlarda, genellikle bu hep böyle olurdu. Hayatın göklere sergiledikleri de yerküredekilerden pek farklı olmuyordu!
Evrensel Hukuk’a solunum yetmezliği çeken coğrafyaların, yasa ve yönergeleri gibi hayat da oralarda kendini çoğu zaman, garip gurebalığın masum kimsesizliğine dayatıyordu. Küresel aktörlerin, her an kullanımına hazır, adalet enfekteli siyasilerinden kurtulamayan coğrafyalar misali, meçhul geleceklere doğru bir öylece kör topal gidiyordu!..
Okyanus ötesinin rüzgârlarıyla oluşturulan, bağımlı politikaların ettikleri hayatı her alanda beter hırpalıyordu. Gerek yerde gerek gökte boynu bükük kalmaya; yaranıza bir başına can pahası çareler aramaya; yurttaşıyla birlikte yaman sömürülen coğrafyalarda kader deniyordu. Oralarda Orta Çağ kalıntısı çok küçük bir azınlık, çoğunluğa hükümet eyler, adına da millet iradesi, hak-hukuk-demokrasi diyordu…
Onlar ki bilginin bozulması, gerçeğin karartılması, hakikatin saptırılarak görünmez kılınmasının; küresel destekli, çağdaşlaşma karşıtı oyunbazlarıydı. Paraya, saltanata, mevki makama ancak yükseliş dönemine girecek iltihaplı bir cehaletin; sektörleşmiş ya organize dincilik ya bilimsiz siyasetçilik ya da bunların toplamıyla ulaşırlardı.
Haramın her türünden, kul hakkından, beslenirlerdi amma dillerinden hak-hukuk; millet-vatan; helal-haram; din--iman asla eksik olmazdı. Böylesi bir gerçeğin, kaç yıllardır böyle olduğunun farkına, oraların çıkar için işgal yemiş korozyonlu vicdanları, hep suskun kalsalar da vicdanı Hakk’tan onaylı, tüm dünya kamuoyu tanıktı.
Kendilerinden yanaymış gibi millete eklemlenir, millet kesesinden sürdükleri saltanatlarda, kendi çıkarlarına yaptıklarını, milletin çıkarıymış gibi servis ederlerdi. Sözün özü; her tür yalanın, yalan üstüne üretimi, oralar siyasetinin hastalıklı genetiğiydi.
Geleceğinizi karartacak karlanmaların, siyah-beyaz yaşam ekranınızda, görüntüyü yakalamaya çalışan kumlu parazitlenmeleri; pırpırlı dağılan verileri; hayatınızın oralarda, net görüntü yakalayamayan belirsizliğiydi.
Her alanı adaletsizlik kokan oralarda hayat, son dakika flaş gelişmelerle yaşanırdı! “Göktuğ duyuyor musun beni? Sıksana artık şu lanet olası sandalye fırlatma tetiklerini! Atlaa! Atlaaa...” çığlıkları; işte bu yüzden oraların göklerde yankılanan, yine flaş anlarından biri değil de neydi?..
O ana kadar “Yüksek irtifa motor çalıştırmanın tüm usulleri; kitabına uygun iki kez denenmiş, hiç birinde motoru hayata döndürme olanağı yakalanamamıştı. Değişmezlik, sanki hiç el değmemiş haliyle isyankâr varlığını sürdürüyordu.
Gezegenin bazı siyasiler benzeri, genlerinde keçi inadı yarıştıran, ambargo mazlumu metal kadavranın; bünyesinde taşıdığı batarya da kendisi gibi Vietnam yaşlısıydı. Tam şarj enerjisinin ömrü, fabrika kitaplarında yaklaşık yirmi veya yirmi beş dakika olarak biliniyordu.
Görünendi ki adına yaşam denmiş efsunkâr yolculuk; bilinmez enginlere tasarlanmış, umulmadık sürprizlere programlanmış, en üst aklın bir yazılım formatıydı. Serhan-Göktuğ ikilisinin, yazılım içindeki yazgılarıysa şu an, muhtelif varyasyonlar çoğulu, parabol bir denklemi andırıyordu!
Hani, insanlar vardır, cevherini bulunca köklü değişimler yaşar, katmanlı anlamlara dönüşürlerdi. Hani O, yörüngesine girdiğinden Mevlânâlaşan Celâleddîn-i Rûmî’ler, yana yakıla “Bana seni gerek seni” çığlıklı Yunus Emreler; "İyiyi ve kötüyü seçen akıldır" diyen, Hacı Bektaşi Veliler gibi. Hani O, Leylasından çöllere düşmüş Mecnun, Aslı’sından tutuşmuş Kerem, Şirin’inden öykülenmiş Ferhat gibi…
Demekti ki yürek teri sevdaların, çıkarsız sevgilerin, iltihapsız inançların, her tür engeli aşabileceğinin gönüldeş gücü, geçmişten günümüze hayatın, sınav sabrı örnekleriydi. Küresel aktörler oyuncağı saltanatlar uğruna, halka alenen yanıltıcı bilgiler sunan ve yayan mirasyedi iktidarların, sözde yönettiği haritalarda, dürüst yurttaş olarak hayat kavgası vermek kolay değildi.
Oraların laf ola küpler dola siyaset kurumları, bir öncekinden devraldıkları kronik yaraları iyileştirecek eylemlerle değil; fosilleşmiş siyaset cambazlığının, kronik söylemleriyle hükümet olduklarında, daha derin yaralara salarlardı. Direk siyasal yasa ve direktiflerin, küresel proje yerli yöntem ve yönetimleriyle sözde yönetilen oraların; partisinden olanı zenginleştirirken olmayanı günbegün fakirleştiren uçurum gelir farklılıkları oylum oylum, çoğunlukla üst gelir gruplarını kollayan vergiler boylum boylumdu…
Oralar ki dünya kamuoyuna; türlü türlü hukuksuzlukları, kısıtlı imkânları, derin yoksullukları, düşük maaş sabit gelir süregiden, ömür boyu taksitli hayatlarıyla kayıtlılardı. Dış güçler güdümünde, saltanat eylenen kimsesiz oraların, millete ödetilen ağır bedelleri üzerinde, sürekli tepinilip durumalar oralarda, sanki siyaset yapılıyormuş sayılırdı.
Özü sözü yalansız yurt sevdalarıyla 7/24 mesai yapan, 8. Ana Jet Üs Komutanlığının tüm birimleri gibi, özellikle Bakım Komutanlığının olanca emektarları; bir test uçağını göklerin ta buralarına çıkarmışlardıysa, ambargonun dost maskeli kara yüzünü güldürmemek, sabra kesmiş Serhan’la Göktuğ’un da can pazarı dilekleriydi…
Savaş uçucuları için On bin fit… Göklerin, o ana dek çözülememiş teknik felaketlerini, artık olduğu gibi oralara bırakış anlarıydı. Metal kadavrayla artık ayrılma vakti, paraşütle atlamanın nihai karar yüksekliğiydi. Yani ya hayata yeniden doğmaların ya da uhrevi âleme eşik güzergâhın, kavşak irtifasıydı on bin fit…
Azrail Hazretlerinin vize verip vermeyeceği, buralarda az çok belli olurdu. Hayat, buralarda kuytusundan çıkarak ya öfkesini tümüyle belli eder, ardı ardına saldırır ya da yeniden yakınlaşırdı. Ömür denen masalında, göçeri yolculuğa koyulmuşlara, kurgusal şefkatli kucağını yeniden açardı.
Serhan-Göktuğ ikilisinin, 45 bin fitlerden bu yana muhterem Azrail’den, sabırla vize alma çabaları, ellerindeki yaşam enerjisini diri tutuyor, umut kararmasını engelliyordu. İçine düştükleri gök cehennemin, olumluya kanatlanmış önsezileri, üç olasılıklı bir denklemin olası sürprizlerini içeriyordu. Pisti tutturup tutturamayacakları, on bin fitlere dek illa ki belli olurdu.
Tuttururlarsa zaten mesele yoktu. Piste kısa kalırlarsa, eldeki seçenekler ikiye düşüyordu. Ambargolu sandalyeler görevini aksaksız yapar da paraşütler açılırsa, yine mesele yoktu! Eğer paraşütler açılmaz da önlerine çıkacak araziye, paldır küldür inmeye mecbur kalırlarsa; Tanrıdan, Azrail Hazretlerinin tatilde olmasını dilemekten başka, yapabilecek bir şeyleri yoktu!
Aksi halde Azrail Efendiye, gene gün doğuyordu. Ufuklar kararacak, hayat dosyaları takdiri ilahiyle kapanacaktı. Dünyevi kayıtlardaki tarihsel basit sebep, araziye mecburi iniş yapmaları olacaktı!..
Kendinizi iyi anlatsanız da aslında bir şeyleri kafaya koymuşsa hayat, bahaneler yaratır, kendi hesabını kendi yapardı. Hele ki İlahi yaratıcının, doğal yasalarına şartlandığı anlarda; tamamen kendi doğrularına odaklanır, formatlandığı İlahi kodların, bilimsel saklısını uygulardı. Sevgi, hoşgörü ve barışı tüm insanlığa, Anadolu bozlaklarında yeşertmiş Mevlâna’nın: “Perde kalkarsa her şey hakikattir” öğretisini, tüm insanlık keşke algılayabilsek!..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…